Uzaktaki Mezar

Mezarlığa yaklaşmış olmamıza rağmen artık eskisi gibi bir ürperti gelmedi üzerime. Oysa yıllarca mezarlıklar ve cenaze merasimleri beni ürkütmüştü. Ağabeyimin ben altı yaşındayken beklenmedik ölümü; ondan da önce küçük halamın, ondan kısa bir süre sonra da yengemin ölümleriyle tanışmam çok erken yaşta olmuştu. Belki de ondandı ölümlere karşı çocukça korku. Beni galiba hepsinden çok etkileyen Sıtkı eniştemin ölümüydü.


Büyük halamın kocası Sıtkı eniştem tüm kayınçolarının ağabeyiydi, bütün amcalarıma – ki sayıları pek çoktur – iyi kötü bir yardımı olmuştu. Biz de onların sahip olduğu kasabanın en güzel evlerinden birinde kirada kalıyorduk. Ben oniki yaşındaydım, eniştem iki gündür felçli yatıyordu, o gece Meral abla kapıyı kırarcasına çalarak uyandırmıştı bizi.
‘Öldü! Öldü! Sıtkı öldü, koşun!’ diye ağlamaklı haykırıyordu. Hemen pijamalarımızla terliklerimizle sokağın karşısındaki halamların evine üşüştük. Ben Sıtkı enştemin yattığı odaya girdim. Evin her odasından feryat figan ağlamalar yükseliyordu. Kimsenin kimseyi gözü görmüyordu. Odanın ortasında cansız yatan eniştem kalkıp gitse kimse farkına varmayacaktı gibi geldi bana. Allah’tan böyle birşey yapıp beni daha kötü duruma düşürmek istemiyormuşcasına orada yerde sırtüstü yatmaya devam etti. Başını iki üç kat yapılmış bir eşarpla aynı o çizgi filmlerdeki dişi ağrıyan adamlar gibi düğümü yukarıya gelecek şekilde bağlamışlardı; göğsünün ortasında bir bıçak yanlamasına yatıyordu. Odadaki hoca mırıldanarak dualar okurken, erkekler gruplar halinde oturmuş enitemin ne kadar iyi bir insan olduğunu birbirlerine anlatıyorlardı. Kadınlar ise halamın etrafında, halamın Allah’a isyan eden ağıtlarına ‘tövbe, öyle deme, kader işte vah benim kara kaderli kardeşim’ diye teselli veriyorlardı. Hiç aklımdan çıkmadı o birkaç gün yaşadıklarımız. İlerleyen yıllarda hep cenazelerden kaçtım.
Hatta orta okulda aşık olduğum Lale’nin annesinin ölümünde de bütün sınıf ziyarete gitmesine rağmen ben gitmemiştimde Lale uzun süre benimle konuşmamıştı.
***
Arabayla mezarlığın açık otoparkına girerken içimde uzun zamandır görmediğim bir akrabaya gidilen ziyaretin heyecanını hissettim. Cenaze töreni aklıma geldi. Karımın annesi 13 yıllık savaşını kaybetmiş yenik düşmüştü hastalığa. Son aylarında artık yolun sonuna geldiğini kendisi de biliyordu, ama ne ağlıyor ne de sızlıyordu. Başı dik bir şekilde ölmek istiyordu. Cenaze törenini, kimlerin davet edilip kimlerin edilmeyeceğini anlatıyordu. Uzun zaman ‘‘Beni babamın yanına ‘Ada’ya defnedin’’ dedi, ancak ‘Ada’nın Yunan adası olması işleri zorlaştırıyordu. Kağıt işleri haftalarca sürebilirdi. Sonunda onu buraya yakınlara bir yere defin etmeye ikna ettik. Bütün kardeşlere yakın olan Rotterdam Beukenhof’taki Müslüman mezarlığına karar kıldık. Defin ve taşıma işlemlerini organize edecek olan Hollanda Müslüman Vakfını arayıp bilgi alıp detayları bildirdik.Son nefesini verdiğinde ben evde çocuklara bakıyordum ama karım iki erkek kardeşi ve kayınbabam bakımevinde başucundalarmış. Törensel, sessiz ve içten bir ağlaşma olmuş, karım annesinin gözlerini kapatırken ‘‘teşekkür ederim anneciğim, bizim için mükemmel bir anne oldun’’ demiş ve sessizce ağlaşmışlar.

Ada’dan akrabaların gelebilmesi için iki gün sonraya defin kararı aldık. Ev iki gün boyunca Roosendal’lı Türklerle doldu taştı. 20-30 yıl önce Hollanda’ya ilk geldikleri dönemde yediği içtiği ayrı gitmeyen sayısı gittikçe azalan birinci kuşak dostları tek tek geldi. Bir çoğunu daha önce hiç görmemiştim. Bunlardan birisi kayınvalidemi Hollanda’da bir mezarlığa defnedeceğemizi duyunca neredeyse şoka girmişti. ‘‘Olurmu öyle şey! insanın vatanına gömülmesi gibi bir şey var mı? Niye bu gurbet ellerde defnediyorsunuz? ’’ diye söylenmişti. Onunla tartışmadık, duymamış gibi yaptık. Rahmetli ‘atın kuyruğunu kalabalıkta kesersen kimi uzun der kimi kısa’ derdi. Kafamıza takmadık. Naaşı taşıyacak Vakfın minibüsü daha sıkıntı vericiydi zira. Koyu lacivert renkli minibüsün üzerinde canlı renklerle vakfın reklamı ve 24 saat arayabileceğiniz cep telefonu numaraları filan yazılıydı. Manavın minibüsünden farksızdı. Kayınvaldemin naaşını karımın isteği üzerine morgdan aldıktan sonra aylar önce çıktığı ve birdaha dönemediği evini ve sokağını son birkez görsün diye evlerinin sokağından geçirirken, 30 yıllık komşuları kapılarının önüne çıkıp ona saygı gösterisinde bulunurlarken Türkler hakkında yeni bir önyargıya daha kavuşmuş oldular: ‘Türklerin cenaze arabaları manavın minibüsünden farksızdır.’
Arabanın şöförü mezarlığa giderken otobanda saatte 140 kilometreyle sürmüş ve onu takip eden arabalar yasak olduğu için saatte 120 kilometreyi hatta yer yer 100 kilometreyi aşamadıkları için ya kaybolmuş ya da gecikmeli gelmişlerdi. Birde arabanın kapısı açılınca görünüveren ‘iki tabut’ cenazeye gelenleri (özellikleri Hollandalıları) küçük bir şoka uğratmış insanların gözleri kayınpederimi aramış ve ikinci tabutun ona ait olma ihtimalini kontrol etmişti. Oysa arabada iki tabutluk yer vardı ve ikinci tabut herzaman arabadaydı – kimbilir belki de saatte 140’la süren şöföre bazen iki tabut birden gerekiyordu! -.
***
Arabayı mezarlığın otoparkına park ettim. Selçuk beş yaşında olduğundan iki yıl önce ölen anneannesini hala biraz hatırlıyor; üç yaşındaki Timur ise hatırlamıyor ama evin içindeki bolca fotoğraflar ve canlı hatıralardan dolayı hatırladığını zannediyordu. Arabayı durdurunca Selçuk ‘ Benim anneannem öldü’ dedi herzamanki gibi ve bizden gelecek tepkiyi görmek için yüzümüze baktı. Biz de bir ‘evet’le yetinip arabadan indik. Bagajdan, yanımızda getirdiğimiz çiçekleri, yeni bahçe toprağını, küçük el çapasını ve küreklerimizi çıkardık. Çocuklar için getirdiğimiz oyuncak kürekleride Selçuk ve Timur’a verdik ve hep birlikte mezarlığın içindeki müslüman mezarlığına doğru yollandık. Benim son gelişimden bu yana iki yeni mezar daha gelmişti. Mezarlardaki tarihlere bakınca buraya defnedilmeyi tercih eden (çoğunluğu Türk) Müslümanların sayısı artıyordu, her yıl bir önceki yıla nazaran daha çok mezar geliyordu. Beni en çok girişin sağ tarafındaki bebek mezarları etkiliyordu, çoğunluğu birkaç günlük bebeklere, bazen ikizlere ait olan bu mezarlar, diğer taraftaki yetişkin mezarlarını sayıca geçiyorlardı.
***
Mezardaki ölü çiçekleri temizledik, yeni toprağı killi ve sert mezar toprağının üzerine döktük, karım getirdiğimiz çiçekleri plastik saksılarından çıkarıp özenle mezarın üzerine dikti. Bunun onun için çok huzur verici bir meşguliyet olduğunu görebiliyordum. Sanki annesine bakıyordu, aynı birzamanlar bakımevinde yaptığı gibi. Yüzünü, ellerini ıslak bir havluyla siliyor, saçlarını tarıyor, yastığını kabartıyor, çarşafını düzeltiyor, çiçeklerin suyunu değiştiriyor, bütün bunları bir ayin havasında yapıyordu. Bende bir yandan çocuklarla ona mezarlık çeşmesinden su taşıyor diğer yandan da onların ölüm ve ölüler hakkındaki sorularını yanıtlamaya çalışıyordum.
‘Neden mezarların üstünde yürümek yasak baba?’
‘Niye mezarı suluyoruz baba? Anneannem ıslan mıyormu?’
‘Bu mezarlardaki çocuklar niye ölmüş? Onlar daha büyümemişlerki!’
***
Onbeş-yirmi dakika içinde mezar nisan ayının bu ilk gününün güneşli havasına uygun bir şekilde bakımlı rengarenk bize gülümsüyor, sanki ‘ bir de dua okursanız…’ diyordu.
İşimiz bittiğinde annemizin böyle ne zaman ihtiyaç duysak gelebileceğimiz mesafede, dizimizin dibinde olduğu için mutlu ve hoş duygularla tekrar otoparka doğru yürümeye koyulduk.
Selçuk herzaman yaptığının aksine elimi tuttu ve bana doğru bakarak
– ‘Ik ga nooit dood’ (Ben hiç ölmeyeceğim) dedi.
– ‘İyi’ dedim ‘o zaman sonsuza dek hep böyle gelir benim mezarımdaki çiçeklere bakarsın’

Leave a comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.